Avrupa’nın Yeşil Başkenti unvanını alan; Avusturya, Alman, Akdeniz ve Balkan esintilerine sahip Slovenya’nın başkenti ve en büyük şehri Ljubljana mutlaka görülmeli. Lubliyana şeklinde telaffuz edilebilecek, yazılışı da okuması da zor bir ismi olan bu şehre İstanbul’dan 2 saatlik bir uçuşun ardından varılabiliyor.
Şehre gitmek için en ideal zamanlar şu sıralar. Çünkü Caz, Klasik, Performans gibi çeşitli festivallerle renklenen mayıs, haziran ve temmuz ayları güneşli havasıyla da cazip oluyor. Arada yağmur geçişlerinin görüldüğü bu aylarda sıcaklık 30 derecenin altında seyrediyor. Çok soğuk ve kar yağışlı geçen kış aylarında ise düşük sezon yaşanıyor.
Pek çok tarihi ve turistik mekana sahip şehirde, ilk durağınız şehre hakim bir tepe üzerinde kurulu olan Ljubljana kalesi olmalı. Tarihi 11. yüzyıla kadar dayanan kaleye çıkan dik yokuşu yürüyebilir veya füniküleri kullanabilirsiniz. Günümüzde sanatsal etkinliklerin düzenlendiği, 1278’de Habsburg Hanedanlığının olan kalenin bizim için ilginç tarafı ise 15.yüzyıla gelindiğinde Osmanlı saldırılarına karşı korunmak amacıyla yenilenmesi… Kale 17. yüzyıldan sonraysa hapishane olarak kullanılmış.
Tüm turistik mekanların yürüme mesafesinde olduğu şehrin simgesi durumundaki ejderhalar özellikle dikkatinizi çekecektir. Kentte sürekli karşınıza çıkan, hediyelik eşyalarda bolca kullanılan, gücü vurgulayan ejderhalar Ljubljana ile özdeşleşmiş durumda.
Ljubljana nehrinin üzerindeki Üçlü Köprü ünlü mimarları Jose Plecnik imzası taşıyan en önemli yapı olarak gösteriliyor. 20.yüzyılın başlarında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde yapılan Ejderha Köprüsü üzerindeki yeşil ejderhaları ile ünlü.
18.yüzyıl başlarında gotik tarzda yapılan, daha sonra Barok stille yenilenen, yıllar içinde ülkenin önde gelen sanatçılarının dokunuşlarıyla etkileyici bir yapıya dönüşen St.Nikolaja Katedrali ücretsiz olarak gezilebiliyor.
Slovenya milli marşının bir şiirinden bestelendiği, şair Preseren’in heykelinin bulunduğu Preseren Meydanı şehrin buluşma noktası… Şehrin yerli halkı ile dünyanın dört bir yanından gelen turistler burada soluklanıyor. Şiirlerini ithaf ettiği, ümitsiz aşkı Julija’nın kabartma resmi şairin heykelinin tam karşısına yapılarak sonsuza kadar birbirlerine bakmaları amaçlanmış. Preseren’in ölüm yıldönümü olan 8 Şubat tarihi ise kültürel tatil olarak her yıl anma etkinlikleriyle geçiriliyor.
Adını Aziz Francis’in kurduğu Fransizkan tarikatından alan kilise pembe rengiyle meydanının en çok dikkat çeken yapıları arasında… 1646 yılında inşa edilen kilisenin ön cephesi, 1700’lü yılların başında barok mimariye uygun olarak yenilenmiş.
1800’lü yıllardan günümüze gelen Slovenya’nın en eski ve en büyük müzesi olan Slovenya Ulusal Müzesi özellikle eski para arşiviyle ünlü.
Şehrin gezilebilecek diğer ilginç yerleri arasında Modern Sanatlar Müzesi, Halk Meydanı ve Belediye Binası, bisiklet kiralama, mini golf sahasından yararlanma imkanları sunan şehrin en büyük parkı olan Tivoli Parkı ve Hayvanat Bahçesi yer alıyor.
Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho’nun “Veronika Ölmek İstiyor” romanında geçen bu şehrin en ünlü yeri ise Bled Gölü. Gölün ortasındaki kiliseli küçük adacığı sosyal medyada sürekli dolaşan fotoğraflardan hatırlayacaksınız.
Şehir merkezine 60 km kadar uzaklıkta olan göl bölgesindeki Bled Kalesi, gölden 130 metre yukarıda yer alıyor ve 1011 yılında yapılmış. Kalede tarihi eserlerin sergilendiği küçük bir müze, ortaçağdan günümüze ulaşan bir şaraphane ve çeşitli hatıra eşyaların satıldığı bölümler var. Çevresi 8 km olan gölün kenarındaki Villa Bled oteli zamanında asker, devlet adamı Tito’nun yazlık konutuymuş. Hotel Toplice ise buranın şöhretli otellerinden bir diğeri.
Gölün ortasındaki adacığa “pletma” adı verilen kürek kullanılan, teknelerle gidilebiliyor. Gölün kirlenmemesi için motorlu teknelere izin verilmiyor. Adadaki 2.Henry’nin emri ile 1004 yılında bitirilerek Bled papazına hediye edilen St. Martin Kilisesi yeni evlilerin uğrak yeri… Çünkü damadın gelini 99 basamaklı merdivenlerden kucağında taşıyarak çıkarttığında çiftin evliliklerinin sağlam olacağına inanılıyormuş. Bled gölü kenarında buraya özgü Cream Tart adlı milföy pastasından yemek adeta bir gelenek.
Eski ve yeni şehir diye iki bölgeye ayrılan Ljubljana dinamik bir çehre sunuyor. Nehir kıyısında yoğunlaşan kafe, restoranlar ve barlarında özellikle iş çıkış saatlerinden sonra yer bulmak çok güç. Şehrin lezzetleri arasında gulaş, av hayvanları, börek, köfte, sucuk, krep sayılabilir. Şifa kaynağı olduğu söylenen balı da çok ünlü…
Ljubljana’ya 1 saat kadar uzaklıktaki Postojna Mağarası, ziyarete açık olan 5.3 kilometrelik uzunluğuyla dünyanın halka açık en büyük mağarası. İlk olarak 1818 yılında Luca Cec tarafından keşfedilmiş. Mağara ziyaretine 3.7 kilometre süren madenlerdekine benzeyen tren yolculuğu ile başlanıyor.
Daha sonra trenin son durağında inilip, rehber eşliğinde yürüyüşe geçiliyor. Burada zarar vereceği gerekçesiyle flaşlı çekime ve duvarlara dokunmaya izin verilmiyor. 1 mm’lik oluşum için 10 ile 40 yıl arasında zaman geçmesi gerektiği aktarılan mağarada 80 bin yıllık dikit tespit edilmiş.
Mağaranın simgesi ise bu karanlık ortamda yaşayan, gözleri olmayan, hiçbir şey yemeden 5 yıl yaşayabilen “human fish” adı verilen bir canlı türü. Ortalama ömrü 100 yıl olan “human fish” mağara içindeki cam bölümlerde gösteriliyor.
Yürüyüş kısmı hediyelik eşya bölümünün yer aldığı geniş bir avluda sona eriyor. Buradan çıkış yine vagonlarla sağlanarak yaklaşık 2 saat süren tur bitiriliyor.
Bir Yorum Yazın
Yorumlar